İnsan kısa sürede neleri keşfedebilir? Yol aldıkça kendini, kültürünü, unuttuklarını,
belki de sadece keşfetmenin hazzını...
Eğer kendini arıyorsan yönünü dağlara çevir, dağlarda gözlerini kapat, kulaklarınla
gör. Ağaçların fısıltılarını, böceklerin seslerini dinle. Binlerce yıllık uygarlıkların izini sür.
Keşif yolculuğu için yoldan çıkmaya hazır ol!
Melih Eriş
.................................................
İÇE YAPILAN YOLCULUKLAR
Anadolu’nun eski uygarlıklarından biri olan Likya Uygarlığı, Fethiye ve Antalya körfezi arasında kalan ve günümüzde Teke yarımadası olarak adlandırdığımız bölgede kurulmuş büyük bir medeniyettir. M.Ö 10.yy'a kadar dayanır geçmişi, bu bölge arasında bir çok irili ufaklı yerleşim merkezleri kurmuşlardır. Likya medeniyeti, küçük beyliklerin birleşerek büyüdüğü, güçlendiği bir topluluktur. Anadolu’da Kayralılar, Lidyalılarla birçok savaşlara girmelerine rağmen toprak bütünlüğünü koruyabilmişlerdir. Büyük İskender ‘in M.Ö 330'da bu topraklara gelene kadar. Büyük İskender’e direnç göstermeden kapılarını açmış Likyalılar ve çöküşleri bu dönemden sonra başlamış. İlk olarak dilleri yasaklanmış ve bir çok yere dağıtılarak ülkenin parçalanmasına sebep olunmuştur. İskender’in ölümü sonrası Likya’da taht kavgasına düşen yöneticiler büyük medeniyetin sonunu hazırlamışlardır. Makedonyalılar, Suriyeliler, Yunanlılar ve son olarak da Roma imparatorluğuna katılarak son bulmuştur.
Likya yolu; Akdeniz’in en bakir koylarından Toros dağlarının zirvelerine, Xanthos, Sdyama, Patara, Olympos, Phaselis gibi Likya’nın en önemli antik kentlerine kadar uzanan bir yürüyüş yoludur.
Likya Yolunun bulunup ortaya çıkarılması İsviçre’li Kate Clow ve Terry Richardsonpaperback tarafından sağlanmıştır. Yaklaşık 15 yıl önce başlayan bu proje 10 yıl öncesinde yürüyüşçülere açılarak turizme kazandırılmıştır. Dünyanın en iyi 10 yürüyüş yolundan biri olarak seçilmiştir. Her yıl binlerce yerli yabancı turist bu dağları aşmak ve yürümek için Likya Yolunda yürümektedirler.
Bugünlerde içimde bir yerlere gitme isteği var ama neresi diye düşünüyorum. Bir ara Likya yolunda yürümeyi de kafamın derinliklerine bırakmıştım. Burayla ilgili biraz da bilgi sahibi olmuştum. Bir gün birini bulursam bu yola çıkarım diye düşünmüştüm.
İzmir’de bir arkadaşımla sohbet ederken tatil konuları açıldı Finike mi yoksa Girdev yaylasına mı gidelim derken Likya yürüyüş yolu fikri oluştu. Mevsim de bu yürüyüş için uygun görünüyordu. Belleğim beni zorlayıp eskileri yerine getirip “hadi şimdi çık bu yola” diyordu sanki. Ben de itaat ettim.
Yol için gerekli donanımları hazırladım (sırt çantası, uyku tulumu, çadır, fener, tişörtler, çorap, polar, yürüyüş ayakkabıları, yağmurluk, pusula vs). Likya Yolunda, kendinizi sırtında evini taşıyan bir kaplumbağa gibi hissedebilirsiniz. Tarihin içinde yol alan inatçı bir kaplumbağa gibi.
Fethiye / Hisarönü’nden Kemer’e kadar 509 kmlik Likya yürüyüş yoluna saat 18.00 de girdik. Hedefim 6 gün boyunca gidebildiğimiz kadar ilerleyebilmekti. İlk gözlemlediğim, yol için belirleyici bazı işaretlerin kayalar üzerine çizildiği idi. Kırmızı çarpı işareti o güzergahın çıkmaz olduğunu belirtirken, kırmızı beyaz çizgilerde, doğru yolda olduğumuzu belirten işaretlerdi. Bazen de işaret konulacak bir kaya ya da ağaç olmadığında üç taş üst üste konarak yönü göstermişler. Bu işaretleri kaçırdığınızda yönünüzü şaşırma olasılığınız hatta kaybolma riskiniz bile var. Aman dikkat! Bir çok kereler bazı yollardan geri dönmek zorunda kaldığımızı hatırlıyorum. Her yüz metrede bir bu işaretler yolumuz aydınlatıyordu.
Telmessos’dan keyifle girdiğimiz yol, birçoğunuzun gördüğünü sandığım Ölüdeniz giriş noktası idi. Burası Likya medeniyetinin ilk şehirlerinden biri olup bugünlerde kalıntıları yeni kentin altında kalmıştır İşte yolun başındayız, yüzlerce km lik yola çam ağaçlarının gölgesinde giriyoruz. Ölüdeniz sahilinin arka yamacındaki yamaç paraşüt atlayışları yapılan Babadağ’a tırmanışa başlamıştık. Yükseldikçe manzara sürekli değişime uğruyordu ve tüm güzelliği ile aşağıdaki koylar fotoğraflık manzaralar sergiliyordu. Dağın zirvesine vardığımızda saat akşam 20.00 sularını gösteriyordu. İki saatte yutmuştuk dağı, Belki de yaban domuzları ile karşılaşmamız hızlandırmıştı tırmanışımızı.
Zirveyi aştığımızda Likya Yolu haritasındaki Kozağaç köyüne gelmiştik. O geceyi çadır kurarak orada geçirme düşüncesi vardı. Tam Ölüdeniz’e bakan yamacın arka sırtından Akdeniz’in engin sularına bakan bir manzara yakalamıştık. Buranın kamp için uygun olduğunu düşündüğüm bir sırada bir çoban yanımıza yaklaşarak “bizim evde de kalabilirsiniz” dedi. Davetini istemeden de olsa geri çevirdim. Yanımızdaki katıklardan biraz beslendikten sonra gece sessizliği iyice hakim olmuştu. Sabah kalktığımızda hava oldukça serindi ve yağmur karşıladı bizi.
Yanımdaki Likya Yolu haritasından bakarak yönümüzü buluyorduk. Bir orman yolundan geçerek bir sonraki köy olan Kirme’ye yağmur eşliğinde girmiştik. Köy oldukça sakin görünüyordu. 3-5 haneyi geçmiyordu. Taştan yapılmış yolları üzerinde inekler dolanıp bizi selamlıyorlardı sanki. Yol ayrımlarında Likya yolu tabelaları da yardımcı oluyordu yön bulmamız için. Kirme’den ayrıldığımızda yol üzerinde Likya medeniyetlerine ait bir çok kalıntıyla karşılaşıyoruz. Bir tanesi çok ilgimi çekiyor. Eski tarihi kapının üzerine köy evi inşa edip içinde yaşam sürdükleri yapı. Yağmur durmuştu. Toprak ve patika yolları aşıp Faralya’ya geldiğimizde öğlen saatleriydi. Faralya diğer köylere göre daha çok insan barındıran bir yer ve toprak bir yolla Fethiye’ye ulaşım sağlanabiliyor.
Yol üzerinde mola verdiğimiz restoranın terasından aşağıya doğru baktığımda Kelebekler vadisini görebiliyordum. Buraya 3 km lik bir patika yolla iki saatte inebiliyorsunuz. Unutmayın çıkışınızda aynı yoldan tırmanarak olacak. İçinde bulunduğu şelalelerin yarattığı nemli ortam nedeni ile Kelebekler Vadisinde 100'e yakın bitki örtüsü yaşamaktadır. Deniz seviyesinde yaşayan Akdeniz kaplan kelebeklerinin tamamı bu vadide birarada bulunmaktadır. Eğer Faralya’dan Kelebekler Vadisi'nin muhteşem görünüşünü saatlerce seyredip, büyüsünden kurtulup aşağıya inemediyseniz ya da bugüne kadar gördüğünüz en büyük karadut ağacının meyvelerini yemekten kendinizi alamadıysanız, kaplan kelebeklerini göremedim diye üzülmeyin. Çünkü onların dünyadaki tek yaşam yeri burası. Az ilerdeki değirmenin sarmaşıklarında sizi bekliyor olacaklar. Kanatlarındaki renkleri görülmeye değer ve büyüleyici.
Faralya’dan yolumuza devam ederken bir evin önündeki tabela gözüme ilişiyor “bal bulunur almak isteyen buyursun gelsin” yazılmıştı. Yol üzerindeki köylerde alışveriş yapılacak bakkal gibi durumlar yok. Buranın büyüleyici atmosferini geride bırakıp inişli çıkışlı yollarda yürümeye devam ediyoruz. Her çıkış bir sonraki inişi müjdeliyordu. Haritada Uzunyurt köyü ve sonrasında da Kabak koyunu görmüştüm.
Likya yolu Uzunyurt köyünü tepeden bir manzarayla geçit verdikten sonra ağaçlar arasından dikkatlice aşağıya baktığımızda gerçekten büyülenmemek elde değil. Turkuaz renkte bir deniz ve bembeyaz bir kumsal. Sanki hemen ulaşılabilecekmiş gibi görünen sahile yaklaşık bir saatte inebildik Kendimizi soğuk deniz sularına bıraktıktan sonra kalacak bir yer aradık. Bir kaç kamping ve bungalow işletmesi bulunmaktadır. Hisarönü’nden gelen toprak bir yol buraya kadar ulaşıyor. O gece Kabak koyunda kamp yapmaya karar verdik. Gittiğimiz tesisi Bursa’lı bir karı koca işletiyor. Müşterisi de boldu. İşletmeci çift Likya yolu yürüyüşü sırasında burayı keşfetmişler ve buraya yerleşip işletmecilik yapıyorlar. Bu yaşamları seviyorum. Bugün 28 km yürümüştük. Dinlenmek iyi gelecekti. İki büyük tencerede pişen yemek tüm müşteriler tarafından paylaşılarak afiyetle yendi ve sonrasında derin sohbetler. Kaldığımız mekan Kabak koyunu tepeden gören bir manzaraya hakimdi ve ufak teraslar yapmışlar ve minderler de konmuş. Üzerlerine bıraktık kendimizi ve soğuk biralar eşliğinde gökyüzündeki pırıl pırıl yıldızları seyre daldık. Sonra da güzel bir uyku.
“Sakın rüyalara yüz vermeyin, çünkü siz zaten bir rüyadasınız”
Sabah erken kalkıp, güneş yükselmeden yola çıkmamız gerekiyor. Sıcaklık bastığında bedenimizdeki su oranını düşmesiyle inişli çıkışlı yollar bizi zorlayabilirdi. Sahilden baktığımızda arkamızda aşılması gereken hatta burası aşılabilir mi acaba dedirten tamamen çam ağaçları ile kaplı Babadağ duruyordu.Bu yamacın arkasında dünyanın en güzel manzaralarından biri saklı. Dünyada hiçbir güzellik çaba sarf edilmeden elde edilemiyor ve güzellik denen şeyi ancak böyle algılayabiliyoruz. Tam 3.5 saatte tırmandık. Bitti dediğimiz her seferinde bir başka dağ ve geçitler çıkıyordu karşımıza. Deniz seviyesinden 600 metre kadar yükselmiştik. Bir kaç sefer rotamızı da kaybetmedik değil. Düzlüğe çıktığımızda Alınca köyüne varıyoruz. Köyün girişindeki eve misafir olduk. Çay yaptılar ve biraz soluklandık. Çocuklar meraklı sorularını yöneltiyorlardı bir bir. Biz de sorduk neler yetiştiriyorsunuz buralarda? Geçim nasıl? Hayvancılık dışında ekincilik yapıyorlarmış. Tütün yetiştiriyorlarmış fakat son zamanlarda tarlalara musallat olan yaban tavşanları kurutmuş bu ekinlerini. Bir de doğada otlattıkları hayvanlar için devlet yasak getirmiş. Artık serbestçe otlatamıyorlar hayvanlarını. Çitle çevrilmiş alanların dışına çıkarmaları yasak. Nasıl mı kontrol ediliyor? Devlet dağlara kurt (canavar) salmış ve buralara gelen hayvanları öldürüyorlar. İşte çözüm! Anlayacağınız köylü dertli. Sadece dinleyebildiğim için üzgünüm.
O gün rotayı biraz uzun tutmuştuk. Deniz seviyesinden bayağı yüksektik, haritadaki deniz sevisinde görünen Gevurağılı köyünü gece konaklamak için seçiyoruz. Yolumuza devam ediyorduk, sağ tarafımda Yedi Burunların muhteşem manzarasını ve biraz daha ileride Bükceğiz koyu kumsalını görebiliyordum. Kendimi buralardan aşağıya doğru bırakasım geliyor içimden ve bir kuş gibi süzülmek istiyorum. Derin uçurumlarla kuşatılmış ve mavinin birleştiği noktaları daha yakından görmek istiyorum. Yol ilerledikçe büyük bir sarnıcın arkasında Likya yolu ikiye ayrılıyor. Haritam da bunu doğruluyor. Yürüme gücünüz ve enerjiniz varsa sağdaki yola girip Gay mahallesini takip ederek Bel köyüne varırsınız, ya da biraz dinlenerek gidebilir hem de Boğaziçi köyündeki Likya uygarlığı kenti olan Sidyma harabelerini gezebilirsiniz. Yol sizi buradan Bel köyüne getirip diğer yolla birleştirecektir. Tercih size kalmış. Biz sağ yöne doğru devam edip Gay mahallesine doğru rotamızı çeviriyoruz.
“Şimdi züğürt ve geç kalmış, ışıl ışıl bir gündüzün ortasındayız ve gündüzün, canım saatlerinden hiçbirini elden çıkarmayı düşündüğümüz yok” Herman Hesse
Gay mahallesine girerken bir ara arkama baktığımda iki gezgin daha sırt çantalarını yüklenmiş geliyorlardı. Gay köyü girişinde yakaladılar bizi. Onlar da İstanbul’danmış. Su aranıyorduk, hava ısınmıştı. Konuksever köy halkının evine yemeğe misafir olduk. Yollarda uğradığımız ve konuk olduğumuz evlerdeki çayların ve yemeklerin tadına doyum olmuyor. Karnımızı doyurduktan sonra yola devam ettik, artık dört kişi olmuştuk. Bu yolda yeni arkadaşlarımız olmuştu. Bir önceki köyden bir sonrakinde kimi göreceğimizi köylüler bize söylemeye başlamıştı.
Bel köyüne vardığımızda Ahmet’i bulduk, selam getirdik ve bizi hemen buyur etti. Sofrasını bizimle paylaştı. Bel köyü diğer geçtiğimiz köylere göre yaşam belirtisi en fazla olan bir köydü, bir de camisi buluyordu. Belceğiz’e doğru yola koyulduğumuzda akşam üstü olmuştu ve biz azimle yürümeye devam ediyorduk.
Belceğiz’e vardığımızda çam ağaçlarının arasından geçen yol bir tepede zeytin ağaçları ile kaplı bir terasdan ineceğimiz bir patika yola çıkardı. Anladık ki bu tepenin inilmesi gerekiyor. Yol oldukça belirsiz ve izleri bulmakta zaman zaman zorlanıyor ve tahmini yön belirliyoruz. Denize doğru büyük eğim yapan bu tepeyi 3 saatlik bir zamanda inebiliyoruz. Tek telafisi de nefis Akdeniz manzaraları eşliğinde inmiş olmamız. Deniz görünüyordu fakat köyü göremiyorduk Gevurağılı köyüne bir traktör yoluna girerek ulaşabiliyoruz.
Gevurağılı, Kabak koyundan bu yana hayli uzaktan, sadece manzara için bakabildiğimiz denizle yeniden ilişki kurmak için mükemmel bir nokta. Bir önceki köyden burada da adres almıştık ama kimseler görünmüyordu ortalıkta. Hepimiz bitmiştik, ayaklar, dizler artık taşımaz haldeydi. 33 km yürümüştük. Terk edilmişti sanki köy. Bir arazinin içine girip çadırlarımızı kurup ateşimizi yaktık. Yiyeceğimiz kalmamıştı ve İstanbul’lu gezginlerden birini yanıma alarak köy evlerinin kapılarını çalıp yemek isteyecektik. Ama kimseler yoktu, çok ilginç bir durum. Bir tanesinde loş bir ışık gördük ve kapıyı tıklattığımızda yaşlı bir teyze açtı kapıyı.”Buyurun evlatlar açsınız her halde” dedi. Belli ki alışık bu duruma, mutfağındaki yiyeceğini bizimle paylaşıyor. Fatih’le birbirimize bakıyoruz. "Para versek ayıp olur mu” diye. Biz yine de çıkartıp veriyoruz almak istemiyor, ısrar ediyoruz. O gece için güzel bir yemekti. Sabah güzel bir kahvaltı sonrası yorgunluğumuzu da biraz üstümüzden atarak yola koyuluyoruz.
Yolun bundan sonrası kıyıdan ilerleyerek gidiyor. Likya Yolunu başından beri alıştığımız dağ - deniz ikilisi yerini uçsuz bucaksız deniz - kumsal ikilisine bırakıyordu. Yol deniz kenarını takip ettiği için sabah yürüyüşü oldukça hafif geçiyordu. Sert çalılıkların içine girdiğimiz bir yöne saptırdı bizi işaretler. Ağaçların arasından geçerken karşımıza birden antik bir kent beliriverdi. Pydnai antik kenti, Bizans dönemi kalesi iyi korunmuş durumda. Surları arasında bir kilise görülebilir nitelikte. Zaman yolculuğunda gibi hissediyorum kendimi, biraz önce kumsal-deniz, çam ağaçları derken haberim olmadan birden antik kent beliriveriyor.
Buradan çok değil belki de 200 metre sonra Patara kumsalı görünüyor. Burası Patara kumsalının başlangıçı olan nokta. Karşımıza çıkan Akdeniz’e dökülen Özlem çayını asma köprüden geçerek bir kamping alanına geliyoruz. Genelde karavancıların tercih ettiği bir yer. Bir de kafeteryası var. Soğuk biralar hemen açılıyor, günlerdir içmemiştik. Kafeterya sahibi Letoon Ahmet bizi çok sıcak karşıladı. İki saat kadar moladan sonra 6 km lik toprak yol, seralar ve okaliptüs ağaçlarının arasından geçen bir yürüyüşle Letoon antik kentine vardık. Tarih Likya medeniyetlerini bir bir karşımıza çıkartıyordu.
Likya’nın kutsal merkezi olan Letoon efsaneye göre Apollon ve Artemis’in annesi Leto adına kurulmuş bir şehirdir.1962 yılında başlatılan kazı çalışmaları ile ortaya çıkartılan kalıntılar, şehrin M.Ö VIII. yy la tarihlendirmektedir. Büyük bir alana sahip olması çok fazla kazı çalışması yapılamamış ama gezilebilecek bir alana sahiptir. Letoon antik kentinin yayılmış olduğu alanda bugünlerde artık Kumluova sakinleri yaşamlarını sürdürmektedir. Sıcaklık iyice kendini göstermeye başladı. Kumluova’da artık grupla ayrılma zamanı gelmişti. Üç günde tam tamına 68 km yol yürümüştük. Elveda arkadaşlar, yolunuz açık olsun.
Tekrar bir traktöre otostop yaparak Karadere sahiline (Özlem çayı kenarı) döndüm. Şimdi yalnızdım ve Letoon sahilindeki o güzel karşılama çok hoşuma gitmişti ve o geceyi orada kamp yaparak geçirdim. Yeni rotam İnpınar - Kalkan - Patara’ya kadar ulaşmaktı.
Devam edecek..
Hepiniz sevgiyle kalın.
Melih Eriş